Metin SÖNMEZ


ALİ HAYDAR!

Enteresan günlere eşlik ediyoruz; siyasetten tutun da hayatın her alanında “Ben yaptım oldu” anlayışının şanlı(!) egemenliğini gözümüze gözümüze sokuyorlar.


Enteresan günlere eşlik ediyoruz; siyasetten tutun da hayatın her alanında “Ben yaptım oldu” anlayışının şanlı(!) egemenliğini gözümüze gözümüze sokuyorlar.

Ne kamusal alanda, ne de politik akışkanlığın içinde kahir ekseriyet en küçük eleştiriye bile tahammül edemiyor. Bir de üstüne üstlük şeffaflık gibi bir ilke paspas edilip ayaklar altına alınınca, ‘ayıkla bakalım pirincin taşını’ durumları hâsıl oluyor.

Bürokrasi ve siyaset de dâhil olmak üzere kimse hesap verilebilir olmayı kabul etmiyor.

1990’lı yıllarda literatüre giren, “Verdimse ben verdim” olgusu bırakın kök salmayı, ülkenin dört bir yanını öylesine kuvvetli kavradı ki, kimse çıkıpta, “Ne oluyor arkadaş?” demiyor-diyemiyor.

Akçeli işler olsun, nüfuz kullanma olsun… Aklınıza ne gelirse hemen her konuda iktidarı, muhalefeti, bürokratı hesap vermeyi denemek yerine, “Yaptımsa ben yaptım… Verdimse ben verdim” diye adeta höykürüyor.

Dedik ya, şeffaflık olmayınca, “Ben yaptım oldu” zihniyeti hayatımızın her alanına sirayet ediyor.

Alan razı, veren razı halleri uzayıp gidiyor.

Oysa konu ne olursa olsun, şeffaflığın ve hesap verilebilirliğin bir ülkenin temel dinamiği olduğu gerçeğinden uzaklaşmanın ne denli pahalıya patladığını görmemek, görmezden gelmek, 85 milyonun hakkına girmekle eş anlam taşıyor.

Bu ülkede herkes, her şeyin hesabını vermeli, verebilmeli.

Höt-zöt eşliğinde “Ben yaptımsa oldu… Verdimse ben verdim” deme cüretini göstermek, saygısız, kaba, nobran bir tavırla birlikte bir ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür! Hele hele bu ülkeyi ve toplumun tüm kesimlerini kapsayan meseleler ise, mutlaka şeffaflık olmalıdır.

Cahil cesaretiyle, “Verdimse ben verdim” cümleleri art arda sıralanınca, aklıma tarihe not düşülen hep o meşhur anekdot gelir aklıma.

Paylaşalım o zaman:

27 Nisan 1920 günü Azerbaycan meclisinde Azerbaycan’ın Rusya’ya teslim olup olmaması konusu tartışılıyordu.

1920'de Kızıl Ordu temsilcilerini Bakü'ye çağıran ve Azerbaycan'ın bağımsızlığını sona erdiren Ali Haydar Karayev, parlamentoda Karabağ'ın Ermenilere verilmesini teklif eder...

Atatürk'ün yakın dostu, kurtuluş savaşında Türkiye'ye 500 kg altın gönderen Neriman Nerimanov, bu iğrenç teklife, "Ali Haydar! Karabağ senin g.tün değildir her gelene veresin!" diye tarihi bir ayar verir.

Uzatmayalım, kıssadan hisse diyelim, noktalayalım bugünkü yazıyı…